Semsûr Hikayeleri-1

Mehmet Akar  / Şırnak Ajans  Şırnak Ajans ve Adıyaman haber gazetesi için hazırladığım farklı hikayeleri her ayki sayımızda köşemden paylaşacağım. Bugünkü hikayemizle insanın yaşadığı üç aşamalı sürecin hayatımızdaki yerini hikaye tadında anlatmaya çalışacağım. İlk hikayeyi bugünkü yazımda okuyacaksınız. Bizler şanslı bir halkız. Semsûr gibi kadim bir kentin sakinleriyiz. Toprağı, havası, doğası, suyu ve en önemlisi güzel insanlarıyla muhteşem bir şehirde yaşıyoruz. İlk insan Semsür’de görüldü desek yalan olmaz. Kaç bölge böyle bir ayırımcılığa sahip olur? Gözlerinizi kapatın çok çok eskiyi düşünün, bundan 13 milyar, sekiz yüz milyon yıl öncesini. Bu zamanın başlangıcında bir büyük patlama oldu. Her yer toz, buhar ve ateşti. Bu yoğunluk on milyar yıl sürdü. Bundan üç milyar sekiz yüz milyon yıl önce toprak, nem, güneş ve zaman birleşti, kimi organizmalar görülmeye başladı. Bu organizmalardan canlılar ve bitkiler meydana geldi. Canlılardan tüm hayvanlar ve insanlar oluştu. Bundan yetmiş bin yıl önce insan görünümünde canlılar görülmeye başlandı. İnsan görüldüğü yetmiş bin yıldan gönümüze kadar üç aşamayı yaşadı. İlk aşama, insanın yetmiş yıldan günümüzden atmış bin yıl öncesine kadar süren bilme aşamasıdır. İkinci aşama, insanın günümüzden on bin yıl önce ekme ve biçme aşamasıdır. Üçüncü aşama, bundan beş bin yıl önceden başlayan bilim aşamasıdır. İnsan halen bilim aşamasını yaşıyor. İnsanın ilk bilim çağı ne ile başladı? Biz insanın ilk kez yazıyı bulma anından başlayarak, takip eden keşifler süreçlerini yaşayan ve bugün de bir başka gezegene araç gönderme süreçlerine kadar geçen süre üçüncü aşama sürecidir. Böyle bir süreçte, bölgemizde ilk insanın bu bilme süreçlerini yaşadığına dair bulgular var. Şimdiki Semsûr’ün kuzeyinde, Palani Köyü sınırları içinde bir mağarada başlayan hayattan bahsedeceğim. Tarihçiler, antropologlar bu mağarada kırk bin yıl önce insanların yaşadığını söylemektedirler. Tarih bize güler yüzünü göstermiş. Burası insanın ilk yerleşim yeridir. Kırk bin yıl dile kolay. Kırk bin yıl önceki atalarımız bu coğrafyayı bizler için, torunları için mekan etmiş. Kırk bin yıl önce her şey farklıydı. Şimdiki gibi araba, televizyon, tren, uçak, telefon yoktu. Kırk bin yıl önce buğday da bilinmiyordu. Öküz henüz evcilleşmemişti. Köpek, kedi yabaniydi. Atalarımız çok sonra atı ehlileştirdiler. At ehlileşince çok şey değişti. Kırk bin yıl önce atalarımız dağ keçilerini en ilkel araçlarla, mesela sivriltilmiş taşlarla avladı. Önce kaba taşlar kullanıldı. Taşları yontup kullanan insan akıllı kabul edildi. Yontulmuş taş ile sonuç almak daha elverişliydi. İnsanlığın hayatında taş hep kıymetli oldu. Önce bir silah, sonra yapıda bizi dış etkilerden koruyan yapılar haline geldi. Pagan döneminin heykelleri oldu. Şimdi ise en görkemli yapılar taştandır. Örnek verecek olursak Beli dağında Antikos’un mabedi gibi, Mısır’da Firavun mezarları gibi. Palani insanı keçi avladı. Keçi etini nasıl yerlerdi, hangi yemekleri yaparlardı? Bizim şimdi bildiğimiz kulotiği, çiğ köfteyi bilirler miydi, bilinmez. Ne giyerlerdi? Bir sürü bilinmez. Acaba keçinin etini yiyip postunu giysi, öldürdükleri öküzün, mandanın derisini çarık mı yaptılar? Keçinin sütü ile çocuklarını mı büyüttüler? Koyun uysal bir hayvan. Yoksa önce koyun mu evcilleşti? Şimdiki gibi okulda yoktu, her şeyi deneyerek, sınayarak öğrendiler. Yabanda buğday, arpa, nohut, mercimek vardı. Bunlar yenilir miydi? Kim bilir kaç defa denendi. Palani deresindeki balıklar nasıl avlandı? Balıklar önce çiğ mi yenildi? Tuzun, şekerin, ekşinin tatları nasıl fark edildi? Acaba hayat hep deneyle mi kavrandı? Erkek ile kadın arasında iş bölüşümü var mıydı? Kadın ne iş yapardı? Erkek doğada toplayıcılık mı yapardı? Kadın ile erkek arasında eşitlik var mıydı? Kararlar müşterek mi alınırdı? Kadın erkek arasında hiyerarşi var mıydı? Kimin sözü geçerdi? Yoksa kadın daha mı egemendi? Çocuklara kim bakardı? Vahşi hayvanlardan nasıl korunurlardı? O zaman kaplan, aslan, sırtlanlarla nasıl baş edilirdi? Zira şimdi bölgede görmediğimiz bu vahşi hayvanların, bölgede yaygın olarak yaşadığı biliniyor. Bir şeyin tehlikeli olup olmadığını öğreninceye kadar çok da bedel verdiler. Ölüler nereye, nasıl defnedilirdi? Şimdiki gibi mezarlıklar var mıydı? Yoksa ölülerini toprağa gömme yerine dağların yüksek noktalarında kuşların, akbabaların, kurtların merhametine mi terk ederlerdi? Kalıntılar bu tezi doğruluyor. Şimdiki gibi ölülerine yas tutulur muydu, ölümün kaçınılmaz olduğu ne zaman kanıksandı? Ölümün yeni bir yaşamın başlangıcı fikri nasıl gelişti? Vahşi hayvanlarla savaşırken hayatını kaybedenler nasıl defnedilirdi? Kırk bin yıl önce ateşi kullanabildiler mi? Ateş onların hayatını nasıl temelden değiştirdi? Hayat nasıl kolaylaştı? Atalarımız hem vahşi doğa ile hem de vahşi hayvanlarla mücadele ede ede yürüdü. Hiç kolay olmadı. Tüfek yoktu. Ok yay yoktu. Hava soğuktu. Her yer buzdu. Şimdiki gibi soba, kalorifer yoktu, sıcak evlerde yoktu. Tarih bize atalarımızın ilk yerleştiği, yaşadığı yerlerin, her yerin, her kovuğun birer sığınak, her yerin birer doğal mağara olduğunu söylüyor. Bu insanlar çok uzun bir süre bu doğal mağaralarda yaşadılar. Belki yetmiş bin yıl, belki kırk bin yıl, belki otuz bin yıl bu mağaralarda yaşamlarını sürdürdüler. Boş durmadılar. Belki işe resim yapmakla başladılar. Avladıkları yabani keçinin resmini yaşadıkları mağaraların duvarlarına sert bir çakmak taşı ile çizikle diler. Keçinin, koyunun, ineğin resmini yaparak ona olan minnetlerini ifade ettiler. Belki, kırk bin yıl önce mağaranın duvarlarına yaban keçisi resmini çakmak taşı ile çizikleyen o günün ressamı, bugünün Semsûr ressamları Celal Binzet, Mehmet Erbil, Mustafa Erkmen, Habib Yürgüç, Mahmut Yıldız, Zafer Kıraç, Remzi Taşkıran’ın piridir. Hikaye devam edecek mehmetsemsur@gmail.com Mehmet Akar/ Şırnak Ajans