Bilgi inanç ve eleştirel düşünce (2)
Prof. Dr. Nurullah Agitoğlu / Şırnak Ajans
Mükellefiyet için akıl gerekir, cezai ehliyet için de akıl sahibi olmak gerekir. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerden biridir. Akıl verilmişse insana, işler olmalı, aktif çalışmalı. Akıl çalışıyorsa tefekkür meydana getirilebilir, düşünce üretilir ve asıl fonksiyonu, evvela O’nu bahşedeni tanımak olduğu için imana götürür, inanç meydana getirir.
Bilgi ve inanç yakın akrabadır. Birbirlerine uzak düşemezler. Sağlam bir inanç, sağlam bilgiye dayalı olur.
Hz. Peygamber’in (sas) ashâb-ı kiramını iyi biliriz. Fedakarlıkları, özverili çalışmaları, bu din uğrunda ortaya koydukları emek ve çabayı takdir ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü onlar öncü nesil. Yüce İslam’ı sonraki nesillerle ve insanlıkla buluşturan, vasıta olan nesil. Kur’ân’da övülen, tezkiye edilen bir nesil. Radıyallahu anhum ecmain.
Sahâbe-i kiramın Resulullah’a (sas) bağlılıkları, ona olan sadakatlerine tarih şahittir. İnsanlığın yerlerde gezdiği, vicdanların dibe vurduğu ve merhametin sıfırın altına düştüğü bir toplumdan, bütün âleme örnek olacak ve İslam’la beraber yaşamaya başladıkları döneme asr-ı saadet dedirtecek ideal bir nesil ortaya çıkaran Hz. Peygamber’in (sas) en büyük mucizelerinden birisi bu başarısı değil midir?
İşte bu başarının ürünleri olan ve Nebî’nin (sas) huzurunda onu pürdikkat dinleyen, ona hayranlıkla bakan, davranışlarını anlamaya ve tatbik etmeye çalışan sahâbîler, çoğu zaman ona (sas) hitap ederken ‘Anam, babam sana feda olsun!’ derlerdi. Çok uzatmaya gerek yok. Bu vasıflara sahip olan bu insanlar, Hz. Peygamber (sas) bir hüküm açıkladığında, bir fetva verdiğinde veya bir soruya cevap buyurduğunda, ‘Ya Resulallah, bu söylediğin vahiy mi yoksa sana ait bir görüş mü?’ demekten de imtina etmemişlerdi. Bu çok dikkat çekici bir husus değil midir?
Hz. Peygamber’e (sas) karşı saygısızlığı akıllarının ucundan bile geçirmeyecek, ona itiraz etmenin, onunla ihtilafa düşmenin veya ona ters gitmenin imanı kaybetmeye bile mal olabileceğini çok iyi bilen ashâb-ı kiram, yukarıda bahsettiğimiz soruyu sorma rahatlığını nereden alıyorlardı acaba? İşte burası çok önemli ve dikkatlerimizi celbeden bir nokta.
Söylenen söz, verilen hüküm ve ifade buyurulan şey şayet vahiy kaynaklı ise, amenna, hiçbir şey demeden kabul ederler. Çünkü emir büyük yerdendir. Ferman Yaratan’dandır. Ancak, böyle değil de hüküm veya ifade Resulullah’a (sas) aitse, onun kendi içtihadı ise o zaman ashab da kendi görüşlerini, düşüncelerini büyük bir özgüven ve medeni cesaretle, edeb çerçevesi içerisinde dile getirirlerdi. ‘Ya, Resulallah! Şöyle de olabilir mi? Böyle de yapamaz mıyız?’ gibisinden alternatif görüşler ortaya koyarlardı. Onlara bu imkânı veren, onları böyle yetiştiren, Cahiliye zihniyetinin beslediği bedevilikten onları çıkararak özgüven sahibi bireyler olmalarını sağlayan, elbette ki, Resulullah’tan (sas) başkası değildi. Hatta Uhud savaşında ashabıyla istişare ettikten sonra, kendi düşündüğü stratejiden vazgeçip, çoğunluk öyle uygun gördüğü için, onların görüşünü kabul eden Hz. Peygamber (sas) büyük ihtimalle yenilgi yaşanacağını bilerek, daha büyük bir zarara karşılık daha küçüğüne razı olmuştu. Zira istişare prensibini oturtmaya çalışan Yüce Nebi (sas), bu evrensel yol gösterici ilkenin kıyamete kadar istikrar kazanmasını istiyor, yara almasını istemiyordu. Savaş yenilgisi bunun yanında mecburen tolere edilecek bir sonuca katlanmaktı.
İşte sahabe-i kiramın bu zihniyeti ve bu davranış tarzı, imanî kırmızı çizgiler/sâbiteler veya Kur’ânî bir ferman söz konusu olduğunda ‘Amenna ve saddakna’ diye teslim olan, ama ictihadî bir meselede canlarını feda ettikleri Hz. Peygamber’in (sas) yanında bile rahatlıkla görüşünü söyleyen, konuyu sorgulayan, anlamaya çalışan bir özelliğe sahipti. Eleştirel bakış, sorgulama, kavramaya çalışma, hikmetini anlama gayreti için bundan daha güzel örnek var mıdır?
Bu mantaliteye göre hareket ettiğimiz dönemlerde hep ilerledik, hep mesafe katettik, daima başarılı olduk. Medeniyet, kültür ve ilmî anlamda sürekli serfiraz olduk. Buna tarih şahit, buna insanlık tanıktır. Ancak eleştirel düşünceye uzak kaldığımızda, sorgulamadan, anlamaya çalışmadan her şeyi kabul ettiğimizde hep geride kaldık, daima zarar ettik. Bunu anlamak için Asr-ı Saadetten bu yana İslam tarihine bakmak yeterlidir.